Önce bir durum muhakemesiyapalım..
Ortadoğudan söz edeceğiz, ama, Ortadoğu neresi?
Bilindiği üzere, coğrafi ve hattâ stratejik ve jeo-politik değerlendirmelerde (Anadolu için kullanılan) Yakındoğu ve (Çin ve daha doğusundaki coğrafyalar için kullanılan) Uzakdoğu gibi terimler de var..
Ama, neye ve kime göre?
Açıktır ki, durulan yere göre ve kendilerini merkeze alarak yapılan isimlendirmeler..
The Middle-East / Mittlere Osten/ Moyen dOrient (Ortadoğu, Orta Şarq / eşŞarq-ulEvsat) 100 yıl öncelerde, Amerikan, ingiliz vs.stratejistlerin genelde Osmanlı Devletinin hükümfermâ olduğu coğrafyaların geneline verdikleri bir isimdir.
İngiltereden veya Amerikadan güneşin doğduğu tarafa bakınca, öyle de denilebilir. Ama, dünya yuvarlak olduğuna göre, Japonyadan doğuya doğru bakınca da, Amerika doğu olur. Amerikadan bakınca da Avrupa, doğu.. Ama, bugün Doğu ve Batı terimleri sadece cihet, yön belirten değil, kültür ve medeniyetlere de verilen bir isimler..
Dünya coğrafyasına, bir müslüman olarak bakıldığında ise.. Coğrafî isimlendirmelerin dışında, ElGarbu lenâ.. Ve-şşarqu lenâ.. (Batı da bizimdir, Doğu da..) Çünkü, mükevvenattaki her şey, bütün cihet ve mekânlarıyla Allahındır.
Bu açıdan bakıldığında, müslümanın inancını oluşturan İslam dini, belli bir coğrafyaya, belli bir zaman ve mekana mahsus değildir; zaman ve mekanda ona sınırsızlık, ebediyet vadolunmuştur. Bu durumda da, belli bir coğrafyayı İslam Dünyası diye isimlendirmek mantıken doğru olmayabilir. Bunun yerine, müslümanların yoğunluklu veya çoğunlukta yaşadığı coğrafyaları yerlere müslüman coğrafyası diye isimlendirmek daha doğru olur.
Bu anlayış çerçevesinde..
Günümüz dünyasında genel-geçer bir isimlendirme olarak kabul edilen Ortadoğuyu incelerken, onun sınırlarını genel hatlarıyla belirlemekte yine de fayda vardır.
Gerçi, Ortadoğu denilince, kendisini 200 yıla yakın zamandır Batıda görmek ve göstermek saplantısına kapılmış ve müslüman halk karşısında kendilerini aydın diye tanımlayan belli kesimler, kendilerini Batı (Garb)dan saymakta ısrarlı ve mustagriblike(Batı çarpılmışlığına) mübtelâ olduklarından, zihinlerini bağladıkları dünyanın terimleriyle konuşmaktan kaçınmamışlar, o isimlendirmelerin hangi ideolojik ve stratejik planlara göre yapıldığını düşünmeden, kendilerine dayatılan terimleri aynen, papağanvarî tekrarlamışlardır.
Ama, Doğu /Şarq denilince, anlaşılan veya alenen ya da zımnen kabul edilen, müslümanların yaşadığı coğrafyalardı,müslüman dünyası idi. Bu da, Balkanlardan Kafkasyaya, Anadolu, Arab diyarları ve Kuzey Afrikaya kadar bütün coğrafyaları içine alıyordu.. Yani, Ortadoğu terimini kullananların elinde kesin sınırlar yoktu, ama kesin hedef, müslüman coğrafyalarını birbirinden koparmak, birbirine düşman haline getirmek idi.
Tek bir irade merkezine bağlı olmayan Müslüman dünyasının bugünkü ahval-i pür melâli..
Şimdi bu girizgâhdan sonra, o Ortadoğunun, gerçekte müslüman dünyasının günümüzdeki durumuna bakalım..
Önce şu bir-iki hususu belirlemek gerekiyor..
1- Konumuz gereği, devamlı Osmanlı Devletinden söz edeceğiz ama, bu, Osmanlıyı her şeyiyle temize çıkarmak mânâsında alınmamalıdır.. Açıktır ki, bu devlet, hele de son yüzyıllarında, çağının gelişmelerine ilgisiz kalmıştır. Bu zinciri sadece Sultan II. Abdulhamid biraz olsun ve ciddî olarak kırmaya çalışmış, ama, sonunda o da teslim olmuştur.
2- Ünlü ingiliz tarihçi-filozofu Arnold Toynbee, Osmanlının Avrupalılar karşısında ilk toprak kaybı olan 1699- Karlofça Andlaşmasını esas alır ve Batı dünyasının- medeniyetinin bu andlaşma ile, Osmanlının, Doğunun boynuna kemendi geçirdiğini, ama, bu kemendin bütünüyle sıkılabilmesi ve sonuç alınabilmesi için, o dev gövdenin direncinin 200 yıldan fazla sürdüğünüsöyler.. Ve bunu, Temmuz -1923 yılında, İsviçre- Lousanne (Lozan)da imzalanan andlaşmayla noktalar.. (Burada hemen belirtelim ki, daha önce Fransa- Sévres (Sevr)de yetkili delegelerce imzalanan metin, son Osmanlı Padişahı Vahdeddin tarafından -bilinenin tersine- tasdik edilmediği için yürürlüğe girmemiştir.)
100 yıl öncelerde, müslüman coğrafyalarında, birçok zaaflarına rağmen, sadece iki müstakil/ bağımsız devlet otoritesi vardı. Osmanlıve İran..
Bu iki devlet, birbiriyle -başta, mezhebî ihtilaflara dayandırılan saltanat ve iktidar kavgaları olmak üzere- çeşitli konularda pek uzlaşamayan, ama, savaşmanın da iki tarafa zarardan başka bir şey vermediği/ vermiyeceği kanaatini kabullenip; bunun için de, bir çok savaşlara rağmen, sonunda, askerî güç kullanarak, 1639- Kasr-ı (Qasr-ı) Şîrin Andlaşması sınırlarında bir değişiklik yapmaya kalkışmamanın gerekliliğini fiilen kabullenmişlerdi, doğru bir kararla..
Ama bir ayrı konu da, şerî açıdan ne kadar sağlıklı olduğu tartışılsa bile, Osmanlı Padişahları bütün sünnî müslümanları bağlayan bir irade merkezi durumundaki Hılafeti de uhdelerinde bulundurmaktaydılar. Ama, artık, Lozan Andlaşmasında verilen taahhüdlerle, laiklik kabul edilip, ulus-devlet kurulması projesine yönelme gerçekleşti ve Hılafet de kaldırılarak galib devletlerin diktelerine göre hareket edilmesinin bütün gerekleri yerine getirilmişti.
Bugün ise..
Müslüman coğrafyalarında 55i bulan yığınla devletler var ve bunlar, -fiilî durum başka olsa bile-, diplomasi açısından, dünya sahnesinde bağımsız devletler, herbirisi başına buyruk konumda bulunmaktadırlar ve uluslararası hukuk açısından, BM ve diğer karar merkezlerinde ayrı ayrı söz sahibidirler. Bu da, müslümanların dünya siyasetinde yekvücud halinde hareket etmelerinin ve etkili olmalarının yolunu kesiyor.
Halbuki, bu 50yi aşkın devletten -Malezya, Endonezya, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Orta Asya cumhuriyetleri ile Orta-Batı Afrikadaki Nijer, Nijerya, Gine, Gambiya, Senegal, Moritanya, Mali, Çad, Fas gibi 5-20 kadarı hariç, gerisi, geçmişte, şu veya bu şekilde Osmanlı hâkimiyeti altında yaşamaktaydılar.
Yeni kutsal sınırlar, bayraklar ve ulusal iradelerle,
birbirine düşürülen bir coğrafya..
Bu kadar farklı devletler demek, bu kadar ayrı devlet iradesi, bu kadar ayrı rejim ve iktidarlarca yönetilen toplumlara kutsal gösterilip, ulusal bayraklar, ulusal sınırlar, ulusal ordular ve ulusal menfaatler demek olacaktı ki, bu devletlerin herbirisi, tabiatiyle uluslararası hukuk açısından, güçlü devletlerin dayatmalarına açık ve onların tehdidleri karşısında sırf kendi varlıklarını koruyabilmek için, tâvizler verip, diplomatik yardımlar dileneceklerdi..
Osmanlının çökertilip, tarih sahnesinden dışarı fırlatılmasından sonra, onun enkazı üzerinde, istisnasız herbirisi de, emperyalizmin emellerin hizmet edecek kadroların işbaşına getirildiği irili-ufaklı yığınla devletlerin sadece kendilerini bağımsız zannedip, diğerlerini kukla saymalarına rağmen, acı gerçek şudur ki, bu coğrafyalardaki müslüman halkların boğazında kemend, yeni kolonyalizmin yeni kurallarına göre, hâlâ da durmaktadır. Geçmişte, ingiliz emperyalizmi, sömürgeleştirdiği coğrafyalara- ülkelere merkezden bir Müstemleke Valisigöndererek o ülkeleri yönetirken, bu sistemin halk kitlelerini derinden derine tahrik ettiği kanaatine vararak yöntemi değiştirdi ve yeni yöntemde yöneticileri, yerli halkların içinden, onların dilinden, onların renginden, kan soyundan, yani yerli olan, ama, düşünce yapıları ve zevkleri ve dünyaya bakışları itibariyle emperyalist efendilerine ayarlanmış kimseler arasından seçti. Evet, new colonialism/ yeni kolonyalizm , halen de büyük çapta geçerli, müslüman coğrafyalarında..
Bu bakımdan, Osmanlının enkazı üzerinde kurulan devletlerden hiçbirisi kendisinin diğerinden daha müstakil olduğunu iddia etmek noktasında değildir.
Böyle bir coğrafyada, açıktır ki, emperyalist-şeytanî güçlerin hedefi, -geçmişte Osmanlıda olduğu gibi- müslümanların kendi karşılarına bir güç ve tehdid merkezi olarak yeniden çıkmasını önlemektir. Bunun için de, bunca ayrı irade, maslahat ve menfaatleri temsil eden devletlerin birbirleriyle ihtilaflara düşmesi, emperyalist-şeytanî güçlerin eline bir altın fırsat olarak çıkmaktadır.
Ortadoğu denilen coğrafyaya şöyle kuşbakısı bir göz atmak bile, bu acı gerçeği gözler önüne sermeye yeter..
Balkan-Kafkas -Suveyş üçgeni etrafındaki yangın,
derinden derine henüz de devam etmekte..
Balkanların Osmanlı hâkimiyetinde geçen yaklaşık 500 yılından sonra, nasıl parça-bölük olduğu ve dengesini bulamayıp hâlâ da patlamaya hazır vaziyette bulunduğu, iç-içe geçmiş bu entik ve dinî unsurların uluslararası güç dengelerindeki bir sarsılmayla, kısa zamanda değişip, birbirlerini boğazlamak için derhal harekete geçebilecekleri, 20 yıl öncelerdeki Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, Bosna ve Kosova Faciaları sırasında da görüldü ve bu tehlike, potansiyel olarak her an hortlamaya müsaid durumunu hâlâ da korumaktadır.
Kafkasyanın da aynı şekilde, Balkanlardan daha sağlıklı bir yapıda olmadığı ortada..
Balkan- Kafkas- Filistin üçgeninin güney ucuna bakıldığında ise, burada da, uluslararası çeşitli oyunlar, entrikalar tezgahlanıp duruyor.
Bu coğrafyaları bu kadar parça parça eden uluslararası emperyalist güç odakları, elbette ki, bu parçaların her birinin diğerine düşmanca duygular içinde olmasının mekanizmalarını da kuracaklardı.
Bu coğrafyadaki en büyük fitne odağı ve entrika kumpası, muhakkak ki, 1948 yılında, 65 yıl önce bu günlerde devlet olarak varlığını dünyaya ilan etmiş olan 1897- Basel Toplantısıdan sonra daha bir şekillenen Sionist Hareketin silahlı haydudlar çetesinin İsrail isimli rejimidir.
Ki, işbu İsrail rejimi, müslüman Filistin halkını binlerce yıldır yaşadığı ev ve barklarından, yaşadığı topraklarından silah zoruyla koğmuş, gasbetmiş ve müslüman coğrafyasının kalbi mesabesindeki bu topraklar üzerine dünyanın bütün emperyalist güçlerinin temsilcisi olarak dikilmiş bir süngü mesabesindedir. Bugün canlı tablo halinde daha bir görülmektedir ki, İsrail rejimi, gerçekte, hayatı, varlığı başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, dünyanın bütün emperyalist güçlerce taahhüd ve garanti edilen bir fitne odağı ve ocağı halinde varlığını sürdürmektedir ve son 60 yıl boyunca gelip geçen bütün Amerikan Başkanları gibi, son olarak da Barack Obama, İsrailin kendileri için, hiç bir stratejik ittifakla mukayese edilemiyecek şekilde en üst seviyede stratejik müttefik olduğunu beyan etmiştir.
İsrail rejiminin 2010 yılı Haziran başında, uluslararası sularda İnsan Hakları aktivisti T.C. vatandaşı 9 müslümanı katlettiği Mavi Marmara Cinayetinden sonra özür dilememekte / hatalı olduğunu kabul etmemekte direnen İsrail rejimi başbakanı Netanyahuya, Obamanın İsrail rejimine yaptığı resmî gezi sırasında, bizzat yaptığı baskıyla, Tayyîb Erdoğana telefon ettirip özür diletmesi; ona, Türkiyenin şartlarını kabul ettiğini söyletmesi de, gerçekte, müslüman dünyasının kalbine saplanmış bir emperyalist hançeri durumundaki İsrailin varlığının korunması yolundaki bir düşünceden başka neye dayanabilir?
Nitekim, Rusya Lideri Viladimir Putin de üç ay kadar önce Tel-Avive yaptığı gezide, Suriyede de Mısır ve Tûnusda olduğu gibi bir İkhwan rejiminin iktidara gelmesine gözyumulamıyacağını belirtiyor ve Netanyahu da bu sözlerden dolayı mest oluyordu.
Rusya, Doğu Akdenizde son 40 yıldır sadece Suriyede kalmışken bu durumunu geliştirmeye çalışacaktı..
Aynı şekilde, özellikle 1950li yıllardan 80li yıllara kadar, özellikle arab diyarlarında oldukça etkili olan Sovyetler Birliği ve onun bugünkü temsilcisi Rusya, Suriye dışında her yerde eski gücünü yitirmiş olsa da, her ne pahasına olursa olsun, İsrailin varlığının tehlikeye düşmesine asla izin verilmeyeceğini, bu yörede meydana gelecek bir silahlı çatışmada, İsrailin yangında ilk kurtarılacak durumunda gözetileceğini açıkça belirtmektedir.
Böyle bir durumda, Osmanlının tarihî, kültürel alt yapısının günümüzdeki en önemli uzantısı ve uluslararası hukuk bakımından da temsilcisi durumunda olan Türkiyede, Lousanne Andlaşmasıyla kurulan ve müslüman halkımıza esaret zencirine vurmayı hedefleyen kemalist-laik-türkçü rejim, onca direnmesine rağmen, sonunda ayakta durmakta artık eskisi gibi güçlü değil.. Bu sistemin o zorbalıklarının ağır baskılarına maruz kalan müslümanlar, yine de, kendi inançlarına doğru yol almak doğrultusunda, sistemi zorlamaktadırlar.
Bu arada, 11 Eylûl 2001de Amerikada meydana gelen ve Amerikan içgüvenlik problemlerinden kaynaklanan saldırıların müslüman toplumlar üzerine yıkılmaya kalkışılması ve bu gerekçe ile, Afganistan ve sonra da da Irakın işgali ve yerle bir edilmesi.. Bu her iki ülkenin de sivil halklarından yüz binlerce kurban verip baştanbaşa viraneye dönmesi, müslüman halkların korkmalarına değil, daha bir derinden bu saldırıların temel mantığını düşünmeye sevketti.
Ayrıca, müslüman bir halkın iradesine uygun bir yönetimin hattâ katı-laik bir rejimin zincirlerine, frenlerine rağmen, yine de başarılı bir ülke yönetimi uygulamasının Türkiyeye hayranlıkla bakılmasına yol açması ve Türkiyenin de Filistin Meselesine 1948den bu yana hiç olmadık şekilde ve hele de Şubat-2009 başında İsviçre- Davosta Türkiye Başbakanı Tayyîb Erdoğanın İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Pereze karşı takındığı ve one minute diye meşhur olan oldukça sert tavır, bütün müslüman coğrafyalarında ve özellikle de Filistin faciasının acı yükünü en fazla tadan arab halkları üzerinde içten içe bir sempati oluşturmuş, Osmanlı döneminin müslümanları birlikte tutan dönemlerinin gücüne daha bir hasret çekmelerini ateşlemiştir.
Her yenilgiler ve ateşler içinde kavrulan ve savrulan müslüman arab halklarının, içinde yaşadıkları ağır baskılar karşısında hattâ, Türkiyenin yönetim şekline bile ilgi duyması, arab rejimlerinin zorba yöneticilerini ve 40-50 yılı bulan yönetim kadrolarını ve sultanlıklarını, petro-dolar şeyhlerini endişelere, tedirginliklere, korkulara sürüklediğini de unutmayalım.
Arab diyarlarındaki halk patlamaları ve sonucu..
Bunu, TC. rejiminin özellikle son 10 yıllık siyasetinde takib ettiği genel dış siyaset çizgisi az-çok dikkatlice sürdürdüğü dışsiyaset çizgisi göstermektedir.
Bu durum, emperyalist dünyanın devamlı tetikte bulunmasını da gerekli kılmaktadır. Üstelik, kapitalizmin NATO gibi bir saldırı paktına üye olan ve Brukseldeki NATO merkezinden, Amerikalı NATO Başkomutanınca verilen bir alarmla, istese de-istemese de, bir dünya savaşının içinde yer almak durumunda kalacak olan Türkiyenin, bıçak sırtında, dünya dengelerini de gözetmeye çalışarak, dünyayı yeniden kurma çabalarının içinde, kendisine geçmişine lâyık yeni bir yer bulma çabasında olduğu hissedilmekte..
Ancak, Batı dünyasının buhran ve sıkıntılarından istifade etmeye kalkışılmaması için kemalist rejim ve NATO, bu konudaki olanca dikkatini kullanıyor. Ama, görülmektedir ki, müslüman halkımız, az-biraz da olsa, geçmişteki 90 yıllık katı-laik uygulamalara karşı tepkisini, şu son 10 yılda sergilenmeye çalışılan ılımlı yönetim anlayışının da verdiği kazandırdığı ivme ile, sosyo-ekonomik planda elde edilen kazanımlar, bu üçgende ve çevresinde özellikle arab diyarlarındaki halkları imrendirecek boyutlara ulaştı.
Ve bu da tabiatiyle, özellikle, son 100 yıla yakın zamandır, zorba sultanların, diktatörlerin, kukla rejimlerin tahakkümü altında yaşamak zorunda kalan arab halkların nihayet bir patlama noktasına gelmesi gerekiyordu ve bu kaçınılmaz sona bazen bir cephaneliği havaya uçuran çakmak ateşi mesabesindeki gelişmelerin vesile olduğu da bir ayrı gerçektir. Bu alanda, çok büyük olmayan bazı sosyal hadiselerin beklenmiyen sonuçlar vermesi, patlamaların mahiyetini değiştirmez.
Elbette bu konuda, belli etkenler, belli şartlar altında, aynı sonucu verirler şeklindeki determinist yorumlar ve bu zamana kadar arab diyarlarında olmamış halk hareketlerinin meydana gelmesinde mutlaka emperyalist güçlerin entrikalarının bulunduğu görüşüne dayandırılan yığınla komplo teorileri vardır. Bunlar da elbette gözönünde tutulabilir, ama, bir de takdirin üstünde de bir takdir, takdir-i ilahî olduğu ve hiç bir beşerî gücün, Allahın iradesinden üstün veya ona eşit olamıyacağı da unutulmamalı..
En kısa ömürlü diktatörlükler çeyrek yüzyıllık idi..
Nitekim, 1956da siyasî istiklalin elde edildiği andan itibaren, Tûnusülkesi üzerinde katı bir arab kemalisti olarak diktatörlüğünü kuran Habib Burqibanın 31 ve onun İçişleri Bakanı iken onu kansız bir saray darbesi ile ve yaşlılık gerekçesiyle kenara koyup yerine geçen General Zeynelâbidin bin Alinin 24, topluca 55 yıllık saltanatları, bir halk patlaması ile yıkılıverdi. Ardından, Mısırda Krallık rejimini ve Kral Faruku deviren 1952 İhtilalinden beri iktidarda bulunan ve birbirini takib eden Cemal Abdunnâsırın 18, Enver Sedatın 11 ve Husnî Mubarekin de 30 yıllık rejimlerinin çökmesi de aynı şekilde, üzerine ölü toprağı serpilmişcesine âtıl, vaziyette duran halk kitlelerinin patlamasıyla da izah edilebilir.
Yemende, 43 yıllık Ali Abdullah Salih rejimi de aynı âkıbetten kurtulamadı. LibyadaMuammer Gaddâfînin 42 yıllık iktidarı da kanlı şekilde bitti. Evet, yabancı güçlerin de yardımıyla ama, o halk ona yabancılara destek vermeseydi, ne olurdu, bilinmez..
Ve sıra geldi, Suriyeye..
Bazıları Suriyedeki rejim aleyhine bir halk ayaklanmasının olamıyacağını sanıyorlardı. Bu satırların sahibi ise, Gaddafî halkını çok derinden tahrib ettiğini sanarak, Libyada bir şeyler olamıyacağını düşünüyordu, ama, Suriyede beklenebilirdi. Çünkü, elli yıl önce 1963 yılında, Baas ideolojisine bağlı kadroların gerçekleştirdiği Baas devrimininin başından beri oldukça etkili olanİkhwan-ulMuslimiynin gücünün yokedilemiyeceği, belki İkhwan güçlerinin zâhiren dağılsa da veya yeraltına inmiş olsalar da, gönül bağları açısından birbirlerinden kopmadıkları biliniyordu.
50 yıllık Baas diktatörlüğü ve 44 yıllık (Baba -Oğul) Esed Hanedânıda bu ihtimali güçlendirmişti.
Ve ayrıca, bu rejim, 1967 Haziranındaki 6 Gün Savaşında İsrail rejimine kaptırdığı ve Suriyenin su ve buğday anbarı durumundaki Golan Yüksekliklerini, 45 yıldır geri almak için hiç bir şey yapamamışken, 1982-Hama Başkaldırısından sonra, halkı onbinler halinde ezip geçmişti. Gerçi, Suriye halkının, Beşşar Esed döneminde epeyce rahatladığı biliniyordu. Ayrıca, İsrail rejimi karşısındaki Hizbullahve HAMASgibi İslamî direniş örgütlerine destek vermesi de, sempati topluyordu.
Ama, bütün bunlar, bu 50 yıllık korkunç Baas diktatörlüğünün, müslüman Suriye halkı tarafından benimsenmesine yetmiyordu. Ayrıca, Baas rejimini 44 yıldır elinde tutan (Baba - Oğul) Esed Hanedânı, halkın ancak yüzde 15 kadarını oluşturan bir itiqadî azlığa dayanıyordu. Bu bakımdan, Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn ve Libyada arka arkaya başgösteren halk ayaklanmalarının Suriyede patlak vermesi şaşırtıcı değildi.
Suriyedeki bu diktatörlük giderse, alternatif,
ancak İkhwanla huzura kavuşabilir.
Ortadoğu gibi, eski dünyanın en hassas, kalbî mıntıkası sayılan bir coğrafyadaki her buhrandan, kendi strateji, maslahat ve menfaat hesablarına göre faydalanmak için, planlar yapan yığınla devletlerin ve sair uluslararası güç odaklarının olacağı da açıktı. Bu bakımdan, diğer bütün ayaklanmaların olduğu coğrafyalarda olduğu gibi, Suriyede de yığınla güç odakları devreye girecekti. Buna rağmen, Baas Partisi / ideolojisi ve Esed Hanedânı diktatörlüğünün kenara çekilmesi durumu ortaya çıkar ve sonra da Suriye halkına, iradesini serbestçe ortaya koyma fırsatı verilse, orada da, İkhwan-ulMuslimiynkadrolarının ülkenin yönetimine diğer bütün gruplardan daha fazla lâyık görüleceği tahmin edilebilir. (Bu satırlar bir İkhwan nostaljisiyle değil, bir vakıayı tesbit dikkatiyle yazılmaktadır.)
Nitekim, Beşşar Esedin korkusunun da İkhwandan olduğu, kendi beyanlarında da yer almaktadır. Beşşar Esed, daha Nisan başında bir tv. kanalına verdiği bir mülâkatta, Tayyîb Erdoğanın kafasının İkhwan kafasıolduğunu söylüyor ve kendisiyle dostça ilişkiler içinde olduğu zamanlarda bile, devamlı olarak İkhwan kadrolarının sosyal hayata çekilmesini tavsiye ediyordu.. diyordu.
Esedin daha önce de, bu yöndeki istekleri hatırlatarak, elbette biz sekülarizmin bekçisi olarak bunları kabul edemezdik.. dediğini de belirtelim.
Bütün bunlardan sonra.. Diyebiliriz ki, Suriyede daha çoook kan akıtılacağı anlaşılıyor. Bu durum, hem Suriyenin özel stratejik konumundan, hem de Ortadoğu coğrafyasında, başta Amerika, Rusya ve İsrail olmak üzere bütün emperyalist ve şeytanî güçlerle, bu bölgede söz sahibi olmak isteyen ve buna göre kendi maslahat ve menfaatlerine göre belirledikleri stratejileri uygulayan uzak-yakın bütün devletlerin planlarından kaynaklanıyor.
Hangi ülkenin Suriyedeki bu durumda bir hesabı ve kendi maslahatına göre bir yaklaşımının olmadığı iddia edilebilir? Hele bazı bölge ülkelerinin bu konudaki planları üzerinde tekrar durmaya gerek yok.. Açıkça, Biz Suriyede 50 bin kişilik bir milis gücü oluşturttuk.. Taa Akdenize kadar uzanan gücümüzü kaybetmemeliyiz. Suriye bizim 35. eyaletimizdir.. diyenlerin ve başkalarının yarınlarda o yangın yerinden çekilip gideceğini tahmin etmek kehanet olmayacak; geride zulüm destekçiliği gibi bir utanç kalacaktır.
Ama, Esedin kan dökücülüğüne İslam adına akıl almaz destekler verenlerin ve hattâ bu destekleme siyasetinin, Suriye Baas rejiminin kanlı diktatörlüğünün ömrünü biraz daha uzatmaktan başka bir işe yaramıyacağını görememek bir yana, bir de İslam adına olduğunu sanıp, Esedin ve bağlı olduğu yüzde 12-15lik inanç taifesinin artık Hakk çizgiye geldiğini bile söyleyecek kadar ölçüsüz noktalara vardıranlara ne demeli? Bu cinayetlere inançları adına destek verenlerin yarınlarda utançtan başka ne kalacaktır, ellerinde?
Devletlerin siyasetlerinin ise, nereye varacağını kestirmek zor..
Her rejimin ve devletin, bu kanlı sahnede elbette parmağı vardır.
Ama, Suriye rejiminin, bütün devletler ve rejimler için geçerli olan bu gibi entrika planları karşısında çaresiz kaldığı ve duruma hâkim olmak umudunu artık tamamen yitirdiği, Esedin savaşın, uzuuun bir süre daha devam edeceğinisöylemesinden de anlaşılabilir.
Velev ki, Esed ve Baas rejimi, sonunda iktidarını korusa bile, eli kana böylesine bulaşmış o lider ve kadrolar, ağır bombardımanlarla baştanbaşa harabeye döndürdükleri o ülkede nasıl hükûmet edeceklerdir?
Muhalifler için ise..
Onların zâten kaybedecekleri bir şey kalmamıştır. Onlar büyük kitlelerdir ve gerektiğinde ülkeyi küllük halinde teslim almayı bile göze almışlardır. Onlar o küllüğü yeniden mamur edebilirler. Ama, bir avuçluk bir azlığa dayanan kanlı diktatörler, galib gelirse, sadece esirlerinin sayısını daha bir arttırmış olacaklardır ve istikballeri yoktur.
Savaşan tarafların, nereden bulurlarsa bulsunlar, silah temin etme çabalarına ise şaşmamak gerek. Böylesine nihaî bir hesablaşmaya girmiş olan tarafların, silah temininde her yolu kendilerine mubah görmeleri fiilî bir vakıadır.
Esasen, Amerikan emperyalizminin de, aylarca önce, (USA eski Dışbakanı) Hillary Clintonın ağzından, Suriyede muhaliflere vereceğimiz silah ve diğer desteklerin bize düşman ve daha tehlikeli güçlerin eline geçmesinden endişe ettiğimizden, böyle bir yardımdan kaçınacağız. sözü nasıl unutulabilir?
Netanyahunun 18 Nisan günü yaptığı açıklamada da, Suriyedeki silah depolarının muhaliflerin eline geçmesine ve de Batı devletlerinin Suriyedeki muhaliflere silah vermesine vargücümüzle karşı çıkacağız.. sözleri üzerinde de ayrı düşünmek gerekiyor.
Ama, bu arada, İranın da Rusya ve Çinle birlikte, Suriye rejimine var gücüyle destek vermesi, kendisine 35 yıldır hayat ve şeref veren İslam İnqılabı Hareketinin temel mesajının ve değerlerinin dünya müslümanlarına ulaşmasının önüne kocaman ve kalın bir duvar çekmektedir.
Ve, Filistin.. Kalbimiz ve beynimizde kapanmaz bir yara...
Kısaca, Filistin konusuna da kısaca değinelim. Ama, bu Filistin Meselesikanayan yara halinde durdukça..
Önce Yâsir Arafat (ve şimdi Mahmûd Abbas) liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütünün, BM.Genel Kurulu kararıyla Filistin halkının tek legal temsilcisi olarak kabul edilmesinin altından çoook sular aktı..
2006 yılında yapılan seçimlerde, HAMAS ve ELFETİH arasında Filistin halkı bir kesin tercih yapmıştı. HAMASın yüzde 65 oy almasına rağmen, seçim neticelerinden sonra Amerika tarafından terörist örgüt ilan edilmesiyle, zâten İsrail işgali altında olan Filistin, Ramallah ve Gazze merkezli olmak üzere bir kez daha bölünmüş ve iki başlı bir özerk yönetim ortaya çıkmıştı..
Ama, Öldürmeyen yara güçlendirir.. kabilinden, mücadele, HAMASı daha da güçlendiriyor.
1972- Munih isimli filmde; tâcir görünümlü bir Mossad ajanı siyonist yahudi, bir Filistinli ile konuşurken, Bizim elimizdeki imkanlar sınırsız.. Silahlarımız en modern ve diplomasi desteğimiz de dünya çapında.. Siz Filistinliler ise, yapayalnız ve sınırlı imkanlarlasınız.. Mücadeleniz boşa değil mi? der. Filistinli de ona şöyle karşılık verir: Siz, Kudüs için, iki bin yıl savşatınız.. Biz ise, henüz 50 yıldır savaşıyoruz.. Yani, henüz yeni başladık.
Filistinlilerin kalbini ve beynini dolduran bu yaklaşım, sionist yahudilerin sürekli korku kaynağıdır. Nitekim, 1970li yıllarda İsrail rejiminin başbakanlığını yapan Bn. Golda Meir de şöyle derdi: Müslümanlar yenilse giderler, toparlanıp tekrar gelir ve tekrar savaşırlar. İsrail ise, bir kez yenilir ve toparlanıp tekrar geri gelmesi yoktur..
Sözü bağlarken..
Eski dünyanın merkezi olan ve asırlarca dünya siyasetinin şekillendiği ana odak durumundaki ve son yüzyıldır Ortadoğu diye anılan, gerçekte ise, Osmanlının hâkimiyeti altındaki coğrafyaları içine alan dünyada, tabiî rayına oturmak için, müslümanların birliğini bekliyor ve sonunda bu kaçınılmazdır. Çünkü, bu günkü hal, mâkul olmayanı, emperyalist dayatmalarını zorla ayakta tutma çabalarından ibarettir, ama, müslüman halklar geçmişteki hatalardan da, güçbirliğinin hâtıralarından da gereken dersi alarak, giderek daha bir şuûrlu olarak hissetmektedirler.
Şu hususu bir daha tekrarlamak gerekir ki, Ortadoğu, yalnızca bir coğrafya değildir ve sadece Ortadoğu denilen cografyayla da sınırlı değildir. Burada, dünya siyasetinde etkili ve egemen olmak isteyen her emperyalist odağın, her devletin, her güç merkezinin, kendisini isbatlamak için, kendisine bir hareket alanı açmak için çalıştığından ve bundan sonra da çalışacağından asla şübhe etmemek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Ortadoğu çoğrafyası, dünya siyasetinin de merkezidir.